Şule, Özge, Güleda, Ceren… Aynı son, aynı acı… Değişen sadece isimler…

Şiddet, “kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranışı” olarak ifade edilmektedir.

Kadına yönelik şiddet ise “kadınlara sadece kadın oldukları için uygulanan veya kadınları etkileyen cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ile kadının insan hakları ihlaline yol açan ve kanunda şiddet olarak tanımlanan her türlü tutum ve davranış” olarak tanımlanmaktadır.

Kadına şiddet; sosyal bir vaka, hukuken bir suç ve ahlaken bir sorun olup, toplumsal yaşamın her alanında ve hemen her aşamasında görülebilmektedir.

Bir türlü önlenemeyen kadın cinayetleri, konunun adli olay olmaktan çıkıp toplumsal bir olay olmaya başladığını bize göstermektedir. Neredeyse günde 1 kadının öldürülmesi haberini duyan toplum, sık ve sürekli duyarak sistematik olarak duyarsızlaşmaktadır.

Kadın cinayetleri konusunda yapılmış araştırmaların sonuçlarına göre, kadın cinayetlerinin arkasında yatan nedenler şu şekilde sıralanmıştır; Aile içi tartışma, aldatma, kıskançlık, namus, geçimsizlik, ekonomik sorunlar, işsizlik, psikolojik rahatsızlıklar, töre, boşanma ya da boşanma talebi…

Bu nedenleri tek başına değerlendirmek ne kadar doğru? Bu olayları tek başına aile içi tartışma, aşk ya da tutku cinayeti ya da kıskançlık olarak açıklamak ve bireyselleştirmek bir çözüm adına yetersiz kalacaktır. Ve ataerkil bir sistem üzerine kurulmuş toplumsal hayatımızın her aşamasında, sokakta canlılığını koruyan sosyal yaşamdan tutun dizilere ve basın yayın yoluyla yapılan haberlere kadar yaşamımızın tüm alanlarında, cinsiyetçi bir yaklaşım üzerinden kurgulanan bir sistem görmeniz ve bu sistemin normalleştirme çabalarını gözlemlemeniz mümkün.

Peki bu sistem nasıl değişecek?

Bu süreçte toplumsal bir değişim sağlanabilmesi için toplumsal yapı itibariyle kitlenin ve kişilerin davranışlarının psikolojik temellerinin bilinmesi gerekmektedir. Bir değişimin ancak uzun vadeli bir yatırım olarak kültürel ve dini değerlerin birleştirici, insancıl ve kadına değer veren yönlerini ön plana çıkararak olabileceğini, bunun da uzun vade de eğitim aracılığıyla, zihniyet değişimi sağlamak için adımlar atarak gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Bu adımların da bireylerin, ailelerin ve toplumun psikolojik eğitimden geçerek ve psikolojik destek alarak atılabileceğine inanıyorum.

Yani asıl soracağımız soru, karşımızdakine ‘neden öldürdün’ değil de kendimize ‘öldüren erkek hangi bilişsel sürecin ürünü olarak bu eylemi yapıyor’ olursa olaydaki payımızı düşünmek, analiz etmek daha kolay olacak ve bu düşünce adım atmamız için bizi harekete geçirecektir.

Pek sevdiğim Nâzım Hikmet’in deyişiyle “bizim kadınlarımız”.

“Korkunç ve mübarek elleri/ ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle/ anamız, avradımız, yârimiz/ ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen/ ve soframızdaki yeri/ öküzümüzden sonra gelen/ ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız/ ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki/ ve kara sabana koşulan ve ağıllarda/ ışıltısında yere saplı bıçakların/ oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan/ kadınlar/ bizim kadınlarımız...”                 

Bizim kadınlarımız ölüyor ve payımızı üstlenmenin vakti geldi, geçiyor…