Aziz dostum Mehmet Ali AYDIN bey den 22 Şubat 2019 tarihli bir hatıra

1800 lü yılların başı… O tarihlerde İstanbul’un Karaköy semti dünyanın en önemli ticaret merkezlerinden biridir.

Osmanlı Devleti’nin sadece İstanbul’a ve Anadolu’ya açılan ticaret kapısı değil, aynı zamanda ithalat ve ihracatın da merkezidir.

Karaköy o yıllarda yerli yabancı çok sayıda insanın kaynaştığı bir limandır…

O tarihlerde henüz trenle ulaşım olmadığından, İstanbul’a gelen yabancı tüccarların kullandığı en önemli ulaşım aracı gemilerdir.

Avrupa’dan gemilerle gelen yabancı tüccarlar ve seyyahlar Karaköy limanına ayak basarak İstanbul’a giriş yapıyorlar…

Haliyle o tarihlerde kâğıt para henüz kullanılmaya başlanmadığından (ilk kâğıt para 1840’ta tedavüle çıkmıştır) bütün alışverişler altın ve gümüş paralarla yapılıyor.

Fransa'dan gelen bir gemiden inen ve Karaköy rıhtımına adımını atan bir Fransız tüccar, hem İstanbul’a ilk ayak basmanın şaşkınlığı, hem de kalabalığın itiş kakışıyla kemerinde taşıdığı altın kesesini yere düşürüyor.

Etrafa saçılan altınlar kalabalığın arasında ayaklar altında sağa sola yayılıp gidiyor. Fransız tüccar altınlardan bazılarının denize yuvarlandığını da görüyor.

“Eyvah mahvoldum!” diyerek oracığa çömeliyor, saçını-başını yolmaya başlıyor. İnsanlar altınlara üşüşüyor. Toplamaya başlıyor. Hatta bazı gençler üstlerini çıkarıp denize düşen altınların peşinden denize atlıyorlar.

“Bittim ben!” diye düşünüyor, Fransız tüccar, “bir teki bile geri dönmez.” İyice panikliyor, ağlamaya başlıyor.

O sırada yanına gelen iyi giyimli biri, neden saçını-başını yolduğunu, neden hıçkırarak ağladığını soruyor.

Fransız kesik kesik cümlelerle derdini anlatınca, adam gülüyor:

“Merak etme” diyor, “burası İstanbul, burada tek kuruşun bile kaybolmaz!”

Tabii Fransız tüccar kulaklarına inanamıyor.

Neden sonra denizdekiler çıkıyor, rıhtımda altın toplayanlarla buluşup Fransız tüccarın önüne geliyorlar. Buldukları altınları üçer-beşer avucuna koyuyorlar

Fransız, gözlerine inanamıyor. İnanamıyor ama her gelen avucuna altın koyuyor. Sırılsıklam ıslanmış gençlerden birinin uzattığı altını almak istemiyor:

‘’Sende kalsın’’ diyor.

Delikanlı ısrarla avucuna koyuyor altını:

‘’Bize yardım sevabı kalsa yeter!’’

Fransız tüccar altınları alıyor. Oracıkta sayıyor. Tek bir altının bile eksik olmadığını görünce, hala yanında dikilip duran iyi giyimli adama soruyor:

‘’Ama bu nasıl olur?’’

‘’Olur’’ diyor adam, ‘’dedim ya burası İstanbul, biz Müslümanız, haram lokma yemeyiz!’’

Aradan geçen bu kadar kısa zamanda örf, adet, gelenek, görenek, eğitim ve kültür hayatımızda bu kadar değişim nasıl meydana geldi de biz bu kadar yozlaştık. Benliğimizden ve kimliğimizden uzaklaştık.

Düşünsenize bırakalım bir yabancıyı, tanıdığımız birinin başına aynı olay Ordu'da Fidangörde gelse cebindeki altın, gümüşü bırak demir paralar yere saçılsa kaçımız onları toplayarak sahibine iade eder.

Medenileşelim, çağa ayak uyduralım derken acaba, aslımızı ve özümüzü mü yitiriyoruz. Kendimizi bu konuda checkup yapmanın zamanı acaba geçiyor mu? Bu gidişin sonu nereye varır.

Hep şikâyetçi olur başkalarının hatalarını ararız, kendi hatalarımız ve yanlışlarımızla ne zaman yüzleşeceğiz?

22 ŞUBAT 2019 Mehmet Ali AYDIN