II. Abdülhamit Han’ın büyük dedesi Yavuz Sultan Selim’e karşı özel bir muhabbeti vardır.

Onu sık sık anışı, dönemine olan ilgisi, kabrini ziyareti ve İstanbul’a gelen yabancı devlet adamlarını zaman zaman dedesinin kabrine götürmesi meşhurdur. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han ile olan kuvvetli bağını gösteren şu meşhur hikâye de gerçekten son derece şaşırtıcıdır. Hadiseyi Abdülhamit Han’ın en yakınlarından birinden Şeker Ahmet Paşa’dan dinleyelim.

O günlerde Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarı olan zatın eşi aşeriyormuş. Yani halk arasında bu tabirle anıldığı üzere bebek bekliyormuş. Doğal olarak canı türlü türlü turfanda yiyecekler çekiyor, sık sık kocasını sıkıştırıyormuş. Her sabah evden çıkarken nice tembihler yapılıyor; ancak el sıkışıklığı dolayısıyla adamcağız eve eli boş geliyormuş. Tabii hanımdan da yiyormuş fırçayı. Ertesi sabah yine aynı manzara… Her eli boş gelişte, ertesi sabah ki uğurlama esnasında fırçaların sertliği de artıyormuş.

Türbedar, o sabah yine kafası dumanlı bir halde gelmiş işinin başına; yani Yavuz Sultan Selim Han’ın türbesine. Türbenin kapısını açmış, her gün yaptığı işlere koyulmuş. Halıları süpürme, seccadeleri silkme, sandukanın tozunu alma…

Dedik ya, o gün kafası bir hayli dumanlıymış. Bir ara evdeki çaresizliğini de hatırlayıp Yavuz Sultan Selim Han’ın türbesine yaklaşş. Elinde tutuğu asayı türbenin sandukasına şöyle iki kez tıklatarak, “Sana da evliya padişah derler, yıllardır türbedarlığını yaparım, bir faydanı göremedik,” deyivermiş.

İnsanlık halidir, olabilir. Ancak her tepki herkese gösterilir mi, bu tartışılır. Değneğini tıklattığı sandukanın sahibi, Osmanlı tarihinin en çekinilen padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han’dır. Onun döneminde insanlar birbirlerine beddua edecekleri zaman, “Allah seni Yavuz Sultan Selim’e sadrazam yapsın!” diye ilenirlermiş. Çünkü bu yürekli padişah devlet ve din konusunda hiçbir zaafiyete tahammülü yokmuş. Bu konulardaki en küçük bir hatayı bile hoş görmez, hemen cezasını kesermiş. Osmanlı’da hiddetiyle meşhur iki padişah Yavuz ve Yıldırım Beyazıt imiş.

Gel gelelim biz olayımıza… O gün geçer, ertesi gün olur. Çarşamba sırtlarındaki türbeye iki asker gelir. Türbedarı bulup, “Düş önümüze,” derler.

Türbedar şaşırmıştır, “Hayırdır, nereye gidiyoruz?” diye sorar.

“Yıldız Sarayı’na!” der bu kez askerler, “Sultanımız Abdülhamit Han’ın emirleridir.”

Türbedar şaşkın ve biraz da korkmuş bir halde sorar, “Ben bir şey yapmadım ki, hem ne işi olur padişahın benimle?”

Askerler umursamaz, “Biz bilmeyiz,” derler ve önlerine katarak türbedarı Yıldız’a doğru götürürler.

Gerisini Şeker Ahmet Paşa anlatıyor:

Yıldız Sarayı’na getirilen türbedar padişahın hususi odasına alınır. Abdülhamit huzuruna kabul ettiği türbedara sorar:

“Dün dedemle aranızda ne geçti?”

Yıldız’a getirilmenin, hele hele padişahın huzuruna çıkarılmanın şaşkınlığıyla eli ayağı titremeye başlayan türbedar bu soru karşısında hepten şaşırır, bocalar:

“Bir şey geçmedi Sultan’ım.”

İyi düşün geçmiş olması lazım. Dün Türbede ne oldu.”

“Vallahi bir şey olmadı Efendim. Dedeniz her zaman ki gibi yerinde yatıyordu!”

Abdülhamit Han’ın ısrarlı soruları karşısında dayanamayan türbedar nihayet bir gün önce meydana gelen hadiseyi anlatır. Evdeki sıkıntısını, eşinin istek ve arzularını yerine getiremeyişini, türbedeki serzenişini.

Bütün bu olanlara şahit olan Şeker Ahmet Paşa sözlerine şöyle devam eder:

“Abdülhamit Han, türbedara maaşına zam yapıldığı bilgisini verdi, ardından avucuna bir kese de para bıraktı ve ekledi, “Bir daha herhangi bir sıkıntın olduğunda sakın dedemizi rahatsız etme. Gel, bize bildir!”

Tarihi bilmeden, öğrenmeden, anlamadan tarihçi kesilip ahkam kesenlere hediye olsun. Bir devri yüceltmek için, başka bir devri karalayıp, aşağılayanlara da yazıklar olsun. Geçmişinin bir kısmını kabul edip, bir kısmını kabul etmeyen haramzadelere de kapak olsun dileklerimle.

Tarih ibret almak içindir, ders alabilenlere de selam olsun. Hunlardan günümüze kadar kurulan bütün Türk Devletleri bizimdir. Haberiniz olsun. Yaptıkları yanlış, doğru, hata ve sevaplarıyla bizimdirler.