İnsan geçirgen bir varlık. Tıpkı sünger gibi, dokunduğu her şeyden bir iz alıyor.
Çevresiyle, dostlarıyla, oturduğu sofrayla şekilleniyor.
Yani toprağa hangi tohum düşerse, orada o yeşeriyor.
Biz de hangi ortama düşersek, oranın kokusunu taşıyoruz.
Son dönemlerde iki farklı arkadaş grubunu gözlemleme fırsatım oldu.
Bir taraf, rekabetin ve kıyasın hüküm sürdüğü bir grup. Başarı, kendi değerini bulmak değil, başkasını geçmekle ölçülüyor. Bana her defa Nietzsche’nin sözünü hatırlatıyor “İnsan çoğu kez kendi gölgesinin uzunluğuna bakarak büyüklüğünü zanneder.” O sofrada uzun süre kaldığında insan farkında olmadan gölgelere takılıp ışığını kaybediyor.
Diğer grupsa bambaşka…
Onlarda destek var, samimiyet var. Birinin sevinci diğerine yük değil, ilham oluyor. Mumlar yan yana duruyor ama birbirini söndürmüyor; tam tersine odanın aydınlığını artırıyor. İnsan, insanın ilacı oluyor.
O sofrada insan gerçekten şifa buluyor.
Demem o ki;
İnsan ne yerse onun kokusunu taşıyor. Hasetle beslenen bir çevredeysen, sen de bir süre sonra o kokuya bulanıyorsun. Samimiyet ve destekle beslenen bir sofradaysan, senin de kokun ferah, ışığın berrak oluyor.
Aslında mesele tam olarak şu;
Çevre, sadece vakit geçirilen insanlar değildir; karakterin görünmez mimarıdır.
Ve günün sonunda insan şu soruyla baş başa kalıyor;
Ben hangi sofrada oturuyorum?
Hangi kokuyla dolaşmayı seçiyorum?