Bazı evlerde yangın çıkar; çıkmamış gibi davranılır. Bazı yaralar açıkta değildir; bir başkasının tenine yakıştırılır. Ve bazı kadınlar yanar ama kendine bile yakıştıramaz bu yanığı. Zeynep Kaçar’ın Kabuk romanı tam da böyle kadınların, böyle evlerin hikayesi.
Dışarıdan baktığınızda sıradan bir aile... Anne, baba, iki çocuk. Ama biraz yaklaşınca; küllerin altından yüzü yanmış bir anne, hayali bir çocuk, yemekle büyümüş bir kız, kimliğini inkar etmek zorunda kalmış bir oğlan çıkıyor. Ve tüm bunları birbirine bağlayan tek şey: Kabuk.
Yarayı değil, susturmayı tercih eden bir neslin, bir milletin, belki de bir cinsin ortak refleksi.
Gelin karakterleri tanıtayım size biraz…
Sabiha… “Ben Yanmadım. O Yandı.”
Sabiha'nın hikayesi, bir akıl yürütme değil; bir akıldan kaçma hikayesi. Genç yaşta gönlünü kaptırdığı yakışıklı Mürsel’e güvenmiş, evlenmiş, iki çocuk doğurmuş. Ama Mürsel gitmiş. Ne bir iz bırakmış ne de gerçek bir baba olmuş.
Sonra bir gece, ev yanmış. Ve bu yangının, oğlu Muhsin tarafından çıkarılmış. İki çocuğunu alevlerin içinden çıkaran Sabiha’nın sol yüzü, o gece yanmış. Ama onun aklı, bambaşka bir kararı almış. Bu yüz, bana ait değil. Bu yanık, benim değil. “Bu Saliha'nın yüzü. O iyi kızdı. Yüzü yansa da taşırdı.”
Sabiha, kendi yaşadığını kız kardeşine mal ederek, hayatına devam etmeye çalışıyor. Bu, bir “yüz nakli” değil, bir hafıza transferi. Çünkü bazı yaralar, deriden öteye geçer. Kalbe, zihne, kimliğe yerleşir. Ve insan, kendine bu kadar büyük bir acıyı konduramaz. Ne ruhu taşır ne dili söyler.
Sabiha’nın “Saliha yandı” demesi, kendi inkarının örtüsüdür. Toplum ona şunu öğretmiştir: Güzellik giderse kadınlık da gider. Yüzü yanmış bir kadın artık susmalı, dikiş dikmeli, göz önünden çekilmelidir. Sabiha da susmuş. O günden sonra kumaşlara sarılmış. Dikmiş gece gündüz, bir nevi kendi kaderini yama yama onarmaya çalışmış. Ama ne kadar güzel dikerse diksin, kendi yüzüne bakamamış. Çünkü inandığı yalan, onu gerçekte hayatta tutan tek şeymiş.
Muhsin… Kendi Yangınından Kaçan Bir Çocuk
Yangının sebebi oğul Muhsin. Bir çocuk. Ama aslında yangın değil, bastırılmış bir çığlık çakmış evi. Annesinin ilgisizliği, babasının yokluğu, evdeki boğucu sessizlik onu bir kıvılcım gibi yakmış. Ve sonra gitmiş. Annesi görmezden gelmiş onu. Görmemek, kabul etmemekle aynı şeydi.
Muhsin de kabul görmeyen kimliğini geride bırakıp başka biri olmuş. Efsun. Dayı değil teyze olmak istemiş. Çünkü belki ilk kez kendi olabildiği yer, kendi seçtiği beden olmuş. Ama içindeki o yangın hiç sönmemiş. Sabiha'nın yüzünde taşıdığı yanık, onun kalbinde bir ömür taş gibi durmuş.
Efsun, hayatına aldığı Füsun’a annelik yapmış. Ama o da tükenmiş. Çünkü insan sadece kendi yanığını değil, başkasının da taşıdığı yanığı görür, hisseder.
Sezin…Bir Hayaletin Gölgesinde Yaşamak
Sabiha’nın kızı Sezin, annesinin deliliğiyle büyümüş. Annesi yüzüne bakmadığı için, kendi de dünyaya sırtını dönmüş. Sezin, mutlu olmuş gibi yapmış. Evlenmiş, çocuk doğurmuş. Kızının adını Semiha koymuş; “Semiş” demişler ona. Neşeli olsun diye.
Ama Semiş ölmüş. Ve Sezin, bu ölümü kabul etmemiş. Tıpkı annesi gibi. Hayali bir çocukla yaşamaya başlamış. Yeni doğan kızı Füsun’a dokunamamış. Çünkü Semiş’in hayalinden vazgeçmek, onun ölümünü kabul etmek demekti. Bunu yapamamış.
Füsun, bir hayaletin gölgesinde büyümüş. Annesi ona değil, ölmüş çocuğa sarılmış hep. Sezin’in sevgisizliği, bir sonraki kabuğun zeminini hazırlamış.
Füsun… Kalbi Dolu Ama Midesi Boş
Füsun, çocukluğunda göremediği ilgiyi yemekle doldurmuş. Duyulmak isterken sesi duyulmamış. Ve sonunda büyümüş ama sevgiden yoksun, kimliksiz kalmış. Ta ki Efsun çıkana kadar. Ona dokunan, sarılan, iş öğreten bir “teyze”... Yani aslında dayısı. Ama sevgi, şekil değil; derinlik ister. Ve Füsun da ilk defa Efsun’un yanında kendini görünür hissetmiş.
Sonra Meriç gelmiş. Ve olmayacak şey olmuş. ikisi âşık olmuş. Efsun gitmiş. Ve geriye bir kutu kalmış. İçinden geçmişin yalanı değil, hakikati çıkmış: Efsun aslında Muhsin. Ama artık bu önemli değil. Çünkü en çok seven o olmuş.
Füsun bir gün hastanede öğrenmiş ki, artık kendi çocuğu olacak. Ve belki ilk defa, kabuk değil; yeni bir deri filizleniyor içinden…
Kabuk, yara iyileşsin diye oluşur. Ama bu hikayede kabuk, yaranın üstünü örtmek için değil, saklamak için oluşuyor. Sabiha’nın yüzü yanıyor ama başkasına mal ediyor. Muhsin başka bir beden seçiyor. Sezin sevemiyor ama hayal ediyor. Füsun büyüyor ama kim olduğunu bile bilmiyor.
Ve biz, her biri başka şekilde kabuk tutmuş bu dört insanın hikayesine bakınca şunu anlıyoruz…
Acıyı saklamak, onu silmiyor. Sadece bir sonraki nesle miras bırakıyor.
Yani asıl mesele 'Kabuk Bağlamak' değil.
O Kabuğu kalınlaştırmamak...