Mehmet Âkif Ersoy'u vefatının yıl dönümünde; imanla yoğrulmuş bu büyük yüreği rahmetle, minnetle ve derin bir özlemle anıyoruz.
"Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma;
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?"
AKİF'İ ANMAK
Sade İstiklâl Marşı'n taşır seni sonsuza,
Öyle bir haykırış ki, had bildirir soysuza.
Sen, sessizliğin sesi, hürriyet çığlığısın,
İstikbalin yolcusu, ruhların sağlığısın.
Asım'n nesilleri, yaşıyor, yaşıyacak,
Senin fikirlerini sonsuza taşıyacak.
Büyük eser Safahat, baş ucunda duracak,
İhtiyaç duyan herkes, Akif'e baş vuracak
Büyük Türk milletinin Milli şairisin sen.
Sevenlerin kalbinde, yaşarsın ebediyyen..
İstiklal Marşı'nın yazarı şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal mücadelesi veren bu milletin zaman içerisinde nasıl çözüldüğünü, benliğinden uzaklaşıp taklitçi batı hayranlığına dönüşen hayatları bu şiirinde anlatıyor:
Ya Rab! Böyle mi olacaktı, benim cennet yurdum?
Baktım da etrafıma yalnızım, ağladım durdum.
Bir mânâ veremedim, şu Milâdî yıl başına!
Şaştım da kaldım, Müslümanların vah telaşına!
Çevirdim başımı, nereye ettimse bir nazar.
Gördümki, noel için hazır, yer-yer çarşı-pazar.
Haykırmak gelmişti içimden, seslendim millete.
Heyhat! Duyuramadım, ne Âhmed'e ne Mehmed'e.
Ey Âlem-i İslâm'ın baş tacı, büyük Türkiye!
Mukaddesatı unuttun, Avrupa diye diye!
Yurdumu işgal eylemiş, şu garbın safsatası, Kiminin maymunu var, kiminin "Noel babası!"
Anladım, zaman geçmekte bugün dünden de beter.
Kim bilir? Yarın ne hâle düşecek bu şaşkın beşer.
Kulaklar tıkanmış, gözlere çekilmiş perde.
Nankör adam, fazilet arıyor geçmiş giderde.
İslâmdır bu vatanın dini, kitabı Kur'an-ı Kerim'dir.
Müslümanın bayramı, Ramazan ve Kurbandır.
Kalamaz bu böyle Fatihin, Yavuzun diyarı, Noel kutlamada, geçerek hiristiyanları.
Maziyi düşündüm de, hayran oldum istiklâle Ecdadıma söz verdim, varmak için istikbâle, Çanakkale'de şehidlerim kefensiz yatıyor!..
Sakarya'nın rengi, hâlâ kıpkızıl kan akıyor!..
Şehidlik, gazilik şerefidir Müslümanların.
Düşmanlara alkış tutmak, işidir alçakların.
Şu alçakça yaşayanların aklına yanayım.
Gel ölüm gel, neredesin? Kanımla yıkanayım!
İstemem bu hayatı, Sultan etseler cihanda.
Ölürüm, şerefimle yatarım, toprak altında.
Ya Rab! Hidâyet ver kurtulsun bu millete.
Mehmet Akif Ersoy’un Etkilendiği Abdulhamid Han Hikayesi
Mehmet Akif Ersoy, Sultan AHMET Camii’ne her gittiğinde orada iki gözü iki çeşme ağlayan yaşlı bir zâta rastlamaktadır. Bu yaşlı zât, başından geçen bir olayı kendisine anlatınca, Mehmet Akif Ersoy bundan çok etkilenmiş, bu yaşlı zatla aralarında geçen konuşmayı ise bizlere şöyle nakletmiştir:
Sabah namazlarını kılmak için Sultan AHMET Camii’ne gidiyordum. Her sabah ne kadar erken gidersem gideyim, mihrabın bir kenarına oturmuş, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam, ümitsizce, bedbin bir şekilde durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki, ağlamadığı tek bir dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum ve “Muhterem” dedim,”A efendim!” dedim.
“Niye bu kadar ağlıyorsun? ALLAH’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu?”
Yaşlı gözlerle bana baktı ve:
“Beni konuşturma! Neredeyse kalbim duracak.” dedi. Ben çok ısrar edince bana anlattı:
“Efendim, ben ABDÜLHAMİD Han cennet mekânın devrinde orduda bir binbaşıydım. Annem-babam vefat edince servetimiz vardı, pay-i mal olmasın diye Sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dilekçemde dedim ki: ‘Annem-babam vefat etti. Falan yerde mağazalarımız, filan yerde gayrimenkullerimiz vardır. Netice itibarıyla bunlarla ilgilenecek, ticarî işlerin yürümesi için mağazaların başında duracak bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. Bu vesileyle şayet kabul buyrulursa, görevimden istifa etmek istiyorum.’
Bu dilekçeyi yazdıktan bir müddet sonra, doğrudan doğruya hünkârdan bana bir yazı geldi. Heyecanla gelen mektubu açtım ve okudum. Orada istifamın kabul edilmediği yazılmıştı. Öyle anlaşılıyordu ki, istifa dilekçem bizzat padişaha gönderilmişti. Ben istifa dilekçemi yenileyip, bir daha verdim. Fakat bana yine aynı cevap geldi. Bunun üzerine bizzat sultanın huzuruna çıkıp, kendisiyle şifahi olarak görüşüp istifamı vereyim, diye düşündüm. Ben, bizzat o celâdetli ve haşmetli padişahın huzuruna çıkınca:
“Hünkârım, sizden istifamın kabulünü istirham edeceğim, durumum ise böyleyken böyle” diyerek istifa sebebimi anlattım. Bunun üzerine bir müddet derin derin düşündü. İstifa etmemi istemiyordu. Yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu. Israrıma da dayanamadı. Öfkeli bir edayla ve sanki elinin tersiyle beni iter gibi: “Haydi seni istifa ettirdik!” dedi. Tabiî ben istifamın kabul edilmesi sebebiyle çok sevindim. Döndüm geldim işlerimin başına. Derken gece müthiş bir rüya gördüm. Âlem-i manada, bütün ordular teftiş ediliyordu. Son savaşı vermek üzere, memleketin şarkında ve garbında savaşan tüm orduları bizzat Peygamber Efendimiz teftiş ediyordu.
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, Yıldız Sarayı’nın önünde duruyor, bütün Türk ordusu büyük bir disiplin içerisinde Aleyhissalatü Vesselam’a teftiş veriyordu. O esnada orada Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de vardı. Sultan ABDÜLHAMİD Han cennet mekân ise, edeble, kemerbeste-i ubûdiyetle Kâinatın Efendisi’nin hemen arkasında duruyordu. Derken benim birlik geldi. Başında kumandanı olmadığı için askerler darmadağınıktı.
Bu hâli gören Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, Abdülhamid’e dönüp buyurdu ki:
“Ey ABDÜLHAMİD! Nerede bu ordunun kumandanı?” Bunun üzerine Sultan ABDÜLHAMİD, mahcup bir hâlde başını önüne eğmiş olarak, hürmet-i edeple Efendimize:
“Ya Resûlallah! (s.a.s) Bu ordunun kumandanı çok ısrar etti, istifa ettirdik.” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:
“Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik.” buyurdu.
İşte ben, o gün bugündür, bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor. Kederleniyorum.
Ben ağlamayayım da kim ağlasın?
Evet, İslam adına atılan her adımın arkasında Resulü Ekrem vardır. Bir mümin arkasında Efendimizi görmek istiyorsa kendisine düşen vazifeyi yapmakla mükelleftir.
(Mustafa Ramazan Bursevî)