Uzağa Gitmeden Uzaklaşmak

Abone Ol

Bir arkadaşımın babaannesi görme engelliydi.

Dünyayı gözleriyle değil, sesiyle, kokusuyla, hatıralarıyla tanıyordu.

Arkadaşım bazen ona,

“Babaanne, seni gezmeye götüreceğim.” derdi.

Kadıncağız sevinir, hemen hazırlanırdı.

Bastonunu bir kenara bırakır, torununun koluna girerdi.

Arabaya binerler, motor çalışır, tekerlekler dönmeye başlardı.

Ama o yolculuk, aslında evlerinin çevresinde birkaç turdan ibaretti.

Aynı sokak, aynı viraj, aynı kaldırımlar…

Sonra eve dönerlerdi.

Babaannesi ise o akşam, herkese büyük bir mutlulukla anlatırdı;

“Bugün çok uzaklara gittik. Ne kadar güzel yerlerdi!”

Bu cümleyi duyduğumda içimde bir şey kıpırdadı.

Çünkü orada, insan olmanın çok sade ama çok derin bir hali vardı!

Görmediği halde inanmak, hissettiğinle mutlu olmak.

Bizim dünyamızda ise her şey ölçülüyor artık.

Kaç kilometre gittik, kaç ülke gördük, kaç adım attık, kaç fotoğraf çektik...

Sanki mutluluğun bir sayısal karşılığı varmış gibi.

Oysa o görmeyen kadının dünyasında mutluluk, bir ses tonunda, bir rüzgarda, bir güven duygusunda gizliydi.

Belki de insan, gerçekte hiçbir yere gitmeden de gidebilir.

Zihninin içinde, kalbinin derinlerinde, birinin sevgisinde...

O babaannenin yolculuğu, dışarıya değil, içeriye doğru aslında.

Torunun sevgisiyle çevrili bir iç dünya yolculuğu.

Bizler bazen binlerce kilometre gideriz ama ruhumuz aynı yerde kalır.

Oysa o kadın, birkaç sokak ötede bile huzura varmıştı.

Çünkü insanın gittiği yer değil, hissettiği güvendir asıl mesafe.

O hikayeyi düşündükçe, “gerçek” kavramının ne kadar göreceli olduğunu anlıyorum.

Kimin gerçekliği daha kıymetli?

Uzaklara gidip hala huzur bulamayanın mı,

yeri değişmeden kalbiyle yolculuk edenin mi?

Belki de yaşam, hepimizin içinde dönen küçük bir mahalle turudur.

Kimi bunu fark eder, kimi de sonsuz yolların peşine düşer.

Ama en sonunda hepimiz aynı yere döneriz!

Kendimize.