Yağmurun altında yürümek, insanın en sade haliyle kendisiyle baş başa kalmasıdır. O an, ne şemsiyen vardır ne de saklanacak bir çatın. Sırılsıklam olmayı göze alırsın. Fakat işte tam da bu yüzden, yağmurda yürüyüşün adı bana hep mahcubiyet gibi gelir.
Çünkü yağmur, insana haddini hatırlatır. Ne kadar güçlü olduğunu sansan da, gökyüzünden düşen küçücük damlalar karşısında çaresiz kalırsın. Paçalarına yapışan çamur, gözlerini dolduran su, ceketinin iliklerinden sızan serinlik… Hepsi birlikte sana, “Sen de fani bir adamsın” diye fısıldar. Bu yüzden yağmurun altında yürüyen bir adam, aslında biraz boynunu büker; kendi kabuğuna çekilir.
Mahcubiyet dediğim de budur. Kendine, göğe ve insana karşı duyulan bir çekinme hâli. Kalabalıkta yürürken başını eğip, adımlarını hızlandırmandır. Sanki yağmurla birlikte geçmişin de akıp gider üstünden; hataların, pişmanlıkların, sustuğun cümlelerin. Hepsi birer damla olup yüzüne çarpar. Sen de sessizce kabullenirsin.
Bazen de en çok sevdiğin insana mahcup olursun yağmur altında. Bir şemsiye açıp uzatamadığın için, omzunu veremediğin için ya da söyleyemediğin bir cümle boğazında düğümlendiği için. Belki tam da bu yüzden, yağmur romantiktir derler; çünkü insan en çok o an kendini açığa çıkarır.
Kabul edelim, erkekliğin en kırılgan hâli yağmurun altında gizlidir. Sert görünmeye çalışsan da damlalar seni ele verir; yüzündeki ıslaklık gözyaşından ayırt edilemez. Belki de bu yüzden, yağmurlu havada yürüyüş bana hep bir mahcubiyet duygusunu hatırlatır: İçten, sessiz ve gerçek.