Hayatta durduğumuz yer, dünyayı nasıl gördüğümüzü belirler.

Aynı manzaraya iki kişi bakar ama biri güzelliği, diğeri karanlığı görür.

Çünkü mesele, neye baktığımız değil, nereden baktığımızdır.

Son zamanlarda etrafımda, çocukluk travmalarından bahseden insanlarla sıkça karşılaşıyorum.

Herkesin dilinde aynı kelimeler;

“Benim çocukluğumda…”, “Bana bunu yapmışlardı…”, “O yüzden böyleyim…”

Elbette geçmişin izleri vardır, bunu inkar etmek kimsenin haddine değil.

Fakat travmayı fark etmekle onu bahane haline getirmek arasında ince bir çizgi var.

O çizgi, aslında insanın kendi hayatının sorumluluğunu alıp almadığını gösterir.

Bir şeyi “travma” olarak adlandırmak, onu çözmeye giden ilk adımdır.

Ancak bu adımda kalmak, bir ömür aynı yerde dönmek demektir.

Çünkü “Ben böyle gördüm” cümlesi, kendi zincirini kutsamaktır.

Oysa insan, sadece yaşadıklarının değil, seçtiklerinin de ürünüdür.

Psikoloji bize travmanın nörolojik ve duygusal temellerini anlatır…

Felsefe ise der ki;

“Kendini bil.” Yani geçmişini fark et ama onunla özdeşleşme.

Sosyolojiye bakarsak, toplumun bireyi nasıl şekillendirdiğini görürüz, ancak o şekli değiştirmek, yine bireyin elindedir.

Bir noktadan sonra “Ben böyle gördüm” demek, “Ben değişmeyi reddediyorum” demeye dönüşür.

Oysa insanın en güçlü yanı, kendini yeniden kurabilmesidir.

Belki de büyümek, çocukluğunun hesabını görmek değil, o çocuğu elinden tutup, “Artık ben buradayım” diyebilmektir.