Geçenlerde biri, elimdeki kitabı görünce gözlerini yuvarladı.

Modern çağın jesti bu…

Göz devrilince, söz kurulmuş sayılıyor. “Kitap mı okuyorsun hala? Özet uygulamaları var. Oku geç. Zaman kaybetme,” dedi.

Zaman kaybetme…

Evet, çünkü derin olan her şey artık lüks. Kendini anlatmak lüks, dinlemek yük, düşünmek ise tam bir gereksizlik.

Zaten her şey hızlı geçmiyor mu? Aşklar, dostluklar, gündemler, hikayeler, hikayelerin bile hikayeleri…

Niye kitap ağır aksak gelsin ki?

Ben cevap vermedim. Bu muhabbeti unutturdum önce. Çantamdan defterimi çıkardım. Aynı çiçeği üç kere çizdim. Aynı çizgiyle, aynı kalemle. Üçü de birebir aynıydı.

Ve dedim ki;

“Bu çiçeklerin her biri farklı renk. Biri kırmızı, biri mor, biri beyaz. Hadi, hangisi hangisi tahmin et?”

Baktı. “Anlamam ki, hepsi aynı kalemle çizilmiş” dedi.

Ben de dedim ki;

“İşte, özetle kitap arasındaki fark bu. Sen neye baktığını biliyorsun, ama ne gördüğünü bilmiyorsun.”

Bakmakla görmek arasındaki farkı, sanırım ilk defa bir çiçekle anlattım. İnsanın içine bakmayan göz, kitaba ne yapsın? Sadece olayları bilmek istiyoruz, duyguları değil. Kim kiminle evlendi, kaç yaşında öldü, ne dedi… ama nasıl sustuğunu, neden susmak zorunda kaldığını, o satır arasında gizlenen "keşke demeseydim"i okumak isteyen yok.

O yüzden herkes aynı çiçeği görüyor ama rengi göremiyor. Çünkü renk, bilgiyle değil; niyetle çıkar. Hayal gücüyle, sabırla, biraz da içimizdeki tortuyla…

Sen hızla geçen her şeyin anlam taşıdığına inanmaya devam et istersen. Ben o üç çiçeğin renklerini tek tek oturup hayal edeceğim. Ve belki bir gün biri gelir, o siyah çizgilerin içinden kırmızıyı görür. Morun ağırlığını, beyazın sessizliğini hisseder.

Ve bana dönüp dersin ki;

“Demek üçü aynı değilmiş.”