Hayat bazen bir saç teli kadar incelir. Kopmaz belki hemen ama savrulur; rüzgarda, zamanın koynunda, hatıraların kıyısında. Bazen bir adamın avucuna düşer o saç teli, yerden değil, gökten inmişçesine…
Ve insan, kendini bile inandıramadığı bir yerden tutunur hayata.
Kemal Varol’un ‘Kara Sis’ romanı, sadece bir cezaevi hikayesi değil. Bir saç telinin bile hayata anlam katabileceğini gösteren büyük bir insanlık anlatısı. Taşkale Cezaevi’nin C-6 koğuşunda bir araya gelen altı mahkumun her biri, bir cinayetin taşıdığı ayrı bir yarayla oturur o ranzalara. Lakin roman, yalnızca suçun değil, insanın da izini sürer. Kimdir bu insanlar? Cinayet işlediler, peki ya neden?
Her biri ayrı ayrı öyküler anlatır bir aşk, bir ihanet, bir anlık öfke, bir yoksunluk…
Ama romanın asıl büyüsü, “neden” değil, “neye rağmen yaşanır” sorusuna verdiği cevaptadır.
Barana karakteri bu cevabın kalbidir. Hiç konuşmayan, hiç tepki vermeyen, dövülse de kıpırdamayan, neredeyse yaşayan bir ölü olan bu adam, bir gün koğuşun havalandırmasından nerden geldiğini bilmediği bir kızıl saç teliyle değişir.
Sahi, bir insanı hayata döndürecek şey bu kadar küçük mü olmalıydı? Bir saç teli…
Yusuf'un yüzünü dönmediği bir saç teli…
Oysa o tel, Barana’nın gözünde bir hayalin, bir kadının, bir umudun, belki de bir “başka ihtimalin” sembolüdür.
Biz romanı Mesut Hoca’nın anlatımıyla okuruz. Barana’nın sessizliğini de, diğer mahkumların çığlıklarını da onun sesinden duyarız. Kendisi de bir katildir, ama neyi neden yaptığını ancak romanın sonunda öğreniriz. Bu, Kemal Varol’un en sevdiği oyunlardan biridir.
Hakikat parçalarını sona saklar. Okura güven verir, sabır ister. Ve karşılığını fazlasıyla verir.
Barana’ya gelen saç teli, aslında bir başka romandan 'Aşıklar Bayramı’ndan' savrulmuştur. Yusuf’un arabasından dışarı attığı saç, eşi Yıldız’a ait bir hatıradır. Sevilmeyen bir kadının saçı, bir başka romanda sevginin ve yaşama arzusunun simgesine dönüşür. Bu da gösterir ki Kemal Varol, yalnız roman yazmıyor, bir edebi evren kuruyor. Karakterleri birbirinin romanlarında yaşıyor, objeleri öyküler arasında dolaşıyor, bir kelimenin anlamı romanlar arası yolculukla derinleşiyor.
Belki de hepimizin hayatına bir saç teli düşmüştür bir gün. Bir mektup, bir koku, bir şarkı, bir bakış…
Ve o küçücük şey bizi hayatta tuttu, konuşmadığımız bir yerden yaşama bağladı. Barana gibi değil miydik bazen hepimiz? Sessiz, tepkisiz, taş gibi, duvar gibi…
Ve sonra bir “şey” geldi kimse dönüp bakmadı ona ama biz onu yüreğimizin orta yerine yerleştirdik.
İşte Kara Sis, tam da bunu anlatıyor…
İnsan, en karanlıkta bile ışığı görme ihtimaliyle yaşar.
En umutsuz anda bile, içeri bir saç teli süzülür. Başkasının yüzünü çevirdiği, umursamadığı, değersiz gördüğü o küçücük şey, başka bir insanın dünyasında yeniden hayat olur. Umut, bir saç telinin incecik ipliği gibi savrulurken, bazen kopmaz düşer avuçlara, kalbe tutunur.
Çünkü hayat bazen bir saç teli kadar incelir; kırılgan ama vazgeçilmez. Savrulur rüzgarda, zamanın koynunda, hatıraların kıyısında…
Ve o savrulan saç teli, başkasının umursamadığı yerde, başka bir hayatın aydınlık kapısını aralar. Belki de gerçek insanlık, o küçük ve kırılgan umutları görebilmekte saklıdır.
Barana’nın sessizliği, o saç teliyle çatlar yitip giden bir hayat yeniden kıpırdanır. Hayat, böyle ince ve kırılgan detaylarla dokunur insana. Bir tutam saç, bir bakış, küçük bir an... Hepsi, umudun en sessiz ve en güçlü ifadesi olabilir.
Ve umut, ne kadar görünmez, ne kadar küçük olursa olsun, karanlığı delen en güçlü ışıktır.
İşte o yüzden, hayatın içinde başkasının yüzünü çevirdiği şeylere dönüp bakmak gerekir. Çünkü o saç teli, o önemsenmeyen parça, bir başkasının hayatında aydınlık olmayı bekliyordur.