“Dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.”
Bu cümle aslında sufi psikolojisinin özünü saklıyor. Çünkü sufiler için dert, hayatın kusuru değil, varoluşun gereğidir.
İnsan acıyla büyür, yoklukla olgunlaşır.
Rahvan at dediğimiz şey, yolcuyu sarsmadan ama sürekli ilerleten bir binektir. Dert de böyledir. Gün gün taşır seni, bazen sabrını sınar, bazen gururunu törpüler. Ama her seferinde senden bir parça koparır.
Kopan her parça aslında “ben” dediğin yükten bir tuğladır. Ve tuğlalar azalınca, gönül yavaş yavaş hafifler.
Sufi psikolojisinde derdin işlevi tam da budur!
Ego dediğimiz benlik kabuğunu çatlatmak. Çünkü kabuğun içindeyken hakikati göremezsin. Dert o kabuğu kırar. Sen zannedersin ki hayat sana zulmediyor; oysa hayat seni Hak’ka doğru inceltiyor.
Modern insan derdi bir an önce geçsin diye yaşar. Haplarla, terapilerle, unutarak ya da üstünü örterek…
Oysa sufiler derdi bekler, ona kulak verir. Çünkü bilirler ki dert, insana “yol” öğretir. Yol dediğimiz şey de sadece dışarıdaki taş toprak değil; içimizdeki uçurumları aşmak, içimizdeki dağları geçmektir.
Belki de dert, varoluşun en sessiz öğretmenidir.
Rahvan atın ritmi gibi, sabırla ve ısrarla aynı şeyi fısıldar;
“Sen yok oldukça, öz var olur.”