Haberciliğin görünmeyen tarafında hep bir telaş vardır. Telefon çalar, ihbar gelir, adres not alınır ve yarış başlar. Çünkü bizim dünyamızda “haber atlatma” diye bir kavram vardır. İlk giden, ilk yazan, ilk paylaşan daima öne çıkar. Bir anlamda hız, mesleğin şeref madalyasıdır.
O gün de Yeşim’le aynı telaşın içindeydik. Bir trafik kazası olmuştu. Yola çıktık tek düşündüğümüz, “olay yerine ilk biz varalım” fikriydi.
Gazetecilik refleksi…
Heyecan, acele, hatta biraz gurur. Çünkü biliyorduk ki haberi ilk biz yazarsak, diğerlerinin önüne geçecektik.
Ama yolun ortasında telefon çaldı. Sesin anlattığı cümleyle her şey değişti;
“Kazayı yapan bizim arkadaşımız.” Rota birden başka yöne evrildi. Haber yerine gitmek için çıktığımız yol, hastaneye giden bir yol oldu. Manşet telaşı, yerini sessiz bir endişeye bıraktı.
O an şunu çok net gördük!
Haber, sadece bir olay değil. Bir istatistik, bir başlık ya da birkaç satırlık metin hiç değil. Haber, birilerinin hayatı. Ve bazen o hayat, sizin en yakınınız olabilir. Bir an önce “ilk giren” olmak için yarışırken, aslında satırlara dokunacak bir kalbin, bir canın, bir dostun olduğunu unutabiliyorsunuz.
Bir de işin görünmeyen tarafı var maalesef…
Biz bir manşet atarken, kullandığımız bir fotoğrafla ya da seçtiğimiz birkaç cümleyle, o haberi okuyan aileye, dostlara ilk kez gerçeği duyuruyor olabiliriz. Bazen bir anne, evladının durumunu bizim haberimizden öğreniyor, bazen bir dost, acı haberi ilk kez bizim fotoğrafımızda görüyor. Oysa biz çoğu zaman, bunun farkında bile olmadan, haberi yalnızca hız yarışı gibi görüyoruz.
Biz çoğu zaman kalemimizi hızla kullanmayı biliriz ama kalbimizi geri planda bırakırız. Oysa vicdanı olmayan haber, sadece bir kayıttır. İnsan kalmadan yazılan cümleler, sadece kağıdı doldurur…
Gerçeği değil, yalnızca boşluğu taşır.
O gün öğrendiğimiz şey şuydu;
Habercilikte hız önemlidir ama vicdan zorunluluktur. Habere yetişememek kayıptır belki, ama kendi insanlığını kaybetmek, telafisi olmayan bir çöküştür.