Yakın çevrem bana sık sık “dik kafalısın”, “hep bildiğini okuyorsun” der.
Belki dışarıdan öyle görünüyor olabilir ama ben bunu inat olarak değil, kendime dair bir sadakat olarak görüyorum.
Çünkü sonuçta kendi hayatımın içinde yaşayan benim. Ne isteyip ne istemediğimi, neye göğüs gerebileceğimi ya da neyi kaldıramayacağımı en iyi ben bilirim.
Kendimle ilgili bir konuda akıl almak bana hep tuhaf gelmiştir.
Evet, fikir almak güzeldir; bir konuyu ne kadar çok açıdan görürsen o kadar derinleşir ama konu kendi hayatımsa iş değişiyor.
Benim dinamiklerimi bilmeyen —ki kimse kimsenin derin yüzünü gerçek anlamda bilemez— nasıl olur da “doğru yolu” söyleyebilir? Bana kalırsa bu biraz mantıksız.
Ben iyi de olsa kötü de olsa, yaşayacağım şeyin sorumluluğunu kendim almak isterim. Bir şey yanlış gitmişse suçlu aramak istemem, doğru gitmişse de pay çıkarmak için birilerini yanımda görmeye ihtiyaç duymam.
Hem hata benimse, ders de benimdir, başarı benimse, gurur da bana yeter.
Bazen insanlar kendi rotasını çizeni “dik kafalı” sanıyor ama bence mesele inat değil.
Mesele, kendi iç sesini susturmadan yürüyebilmek. Kendi hayatının mimarı olmak. Doğruyu da yanlışı da kendi elinle yaşamak.
Ben inatçı değilim sadece kendime ait bir kodla çalışıyorum.
Ve başkalarının çözemediği bu kod, benim özgürlüğümün ta kendisi.