Çok kıymet verdiğim tarih öğretmenim Alparslan hocam tanıştırmıştı beni Kissinger’ın fikirleriyle.

“Gazeteci olarak siyasetle içli dışlı biri olacaksan, bu adamı iyice gözlemlemelisin” demişti.

Gerçekten de bazı insanlar vardır, yangının ortasında sükunetle oturup kahvesini yudumlar. Henry Kissinger tam da bu tipti. Dünyanın dört bir yanında krizler patlak verirken, o soğukkanlı bir satranç ustası gibi taşları yerinden oynatmayı severdi.

Kimine göre dahi bir stratejist, kimine göre ise kaosu büyütüp kendi düzenini kuran bir ‘gri kardinal’.

Kissinger’ın diplomasi anlayışı basit bir şeye dayanıyordu!

Kaosun kendisi bir tehdit değil, bir fırsattır.

Bir ülke karıştı mı, dengeler sarsıldı mı, Kissinger bunu bir satranç hamlesi gibi görürdü. ‘Kaostan düzen inşa etmek’ onun en sevdiği oyundu.

Etik mi?

O kısmı çoğu zaman masanın kenarına bırakılırdı.

Şili’de darbeyi desteklemesi, Kamboçya’yı bombalaması, Vietnam’daki hamleleri…

Bunların hepsi, bir bakıma düzeni kaosla mühürlemek içindi.

Kissinger’a göre devlet adamı, yangını söndürmek için değil, yangından yeni bir şehir kurmak için oradadır.

Ama işin ironik tarafı şu;

Dünyada “kaos” kelimesi çoğu insanda korku yaratırken, bazı liderler bunu bir yönetim biçimine dönüştürdü. Tıpkı bugün bazı politikacıların belirsizlik yaratmayı stratejik avantaj olarak kullanması gibi.

Hatırlayın, öngörülemez liderler her zaman karşı tarafı tereddütte bırakır.

Kaos burada da işe yarar.

Düşmanı felç eder, dostu ise daha temkinli hale getirir.

Kissinger’ın mirası, işte tam bu noktada tartışmalı. Bir yanda ‘soğukkanlı zeka’ hayranlığı, diğer yanda ise ‘etik felaketler’.

Peki, biz hangi tarafındayız?

Belki de asıl ders şu;

Kaosla dans etmek mümkündür, ama müzik bittiğinde geriye kalan enkazın bedelini halklar öder.