“Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz.”
Hakan Günday, Azil’de bu cümleyi kurar. İlk bakışta oyunbaz, hatta hafif provokatif bir ifade gibi görünür. Ama biraz derinleşince, aslında yazmak ve okumak eylemlerinin doğası üzerine felsefi bir meydan okuma çıkar karşımıza. Çünkü yazmak da, okumak da sıradan bir alışkanlık değil toplumsal düzenin, kalıplaşmış doğruların ve bireysel konforun sınırlarını aşmaya cesaret etmektir.
Bir yazar kalemi eline aldığında, yalnızca harfleri yan yana getirmez. Dünyayı eğip büker, hakikati yeniden kurar, bazen de yıkar.
Bu yüzden yazmak bir “suç” gibidir!
Çünkü mevcut düzene, alışılagelmiş kabullere karşı işlenir. Öte yandan, okur da masum değildir. Sayfanın kenarında duran pasif bir tanık değil, suçun ortağıdır. Çünkü okuduğu her kelimeyle, yazarın kurduğu yeni gerçekliğe ortak olur, kendi zihninde mevcut düzeni sorgulamaya başlar.
Yani okur, yazarın suçuna şahitlik etmekle kalmaz, ona ortaklık eder.
Aslında bütün edebiyat bu “ortak suç” üzerine kuruludur. Bir yazar kelimelerle gerçeğin maskesini indirirken, bir okur o maskeyi kaldırıp bakmayı kabul eder. Her iki taraf da, sessizliğin konforundan vazgeçer.
İşte bu yüzden, yazmak ve okumak insanı dönüştüren eylemlerdir. Çünkü suç dediğimiz şey, burada aslında bir hakikate ulaşma cesaretidir.
Sonuçta, bu cümle bize şunu fısıldar;
Yazmak kanıttır, okumak da öyle. Ama asıl kanıt, ikisinin birleştiği yerde doğar! Düşüncenin zincirlerini kırmaya cesaret eden insanın kendisinde.