Çocukken her şeye inanırız ya…
Mesela "Ölüler kırk gün boyunca geri gelir" lafına.
İşte Mihrap da inanmış.
On yaşında bir çocuk…
Oturmuş, “Kırk gün içinde darbe kalkarsa babam geri gelir,” diye kendi kendine bir oyun kurmuş.
Oyunun adı "Ülkeyi kurtarırsam babam ölmemiş sayılır."
Bunu okuyunca biraz duruyorum.
Çünkü o çocuk ben olabilirdim.
Ya da senin annen, halan, mahallenin bakkal çocuğu.
Sinem Sal’ın Mihrap romanı, bana hikayenin büyüğünü değil, küçüğünü anlatıyor. En küçüğünü.
Bir çocuğun nasıl olup da darbeyle, yasla, ölümle baş etmeye çalıştığını.
Yani senin benim üç günde yıkıldığımız şeylere, Mihrap’ın kırk gün dayandığını.
Ama çocuk işte…
Umudun hormonlu hali.
Sinem Sal bize bir şey yapıyor bu kitapla. Sanki bir çocuğun gözlüğünü veriyor elimize.
“Al,” diyor, “bir de böyle bak.”
Hayat büyüklere anlatıldığı gibi değil.
Travmalar hep siyah beyaz değildir, çoğu zaman pastel renklerde gelir.
Çiçekli nevresimlerde, soba üstü kaynamış çorbalarda, açık kalmış radyolarda gizlenir.
Mihrap, o çiçekli örtüyü kaldırıyor ve altından çıkan acıyı neşeyle bezeyerek anlatıyor.
Ama bu neşe sahte değil.
Çocukların hayatta kalma yöntemidir.
Gülümseyerek anlatırlar, çünkü ağlayarak onları kimsenin dinlemeyeceğini öğrenmişlerdir.
Mihrap da öyle yapıyor.
O küçük yaşında, darbenin gölgesinde bir ülkeyi ayakta tutmaya çalışıyor, hem de sadece umutla.
Sadece “kırk gün daha” diyerek.
Roman bitince bir tuhaf oluyorum.
Sanki biri bana çocukluğumu geri uzatmış da “Bunu neden böyle bıraktın?” demiş gibi.
Çünkü Mihrap yalnızca kaybıyla değil, biz büyüklerin suskunluğuyla da baş başa kalıyor.
Biz ona masal anlatıyoruz, o gerçeği yaşıyor.
Biz “geçer” diyoruz, o her sabah kontrol ediyor.
Geçmiş mi?
Ben o kırk gün fikrine takıldım.
Belki de hepimiz hayatımız boyunca bir şeylerin kırk gün sonra düzeleceğine inandık.
Bir seçim, bir sevgili, bir yaz tatili, bir terfi…
Ama bazı şeyler dönmüyor.
Bazı babalar gitmiş oluyor.
Bazı ülkeler hep darbe görmüş gibi kalıyor.
Kitap bitiyor ama insan içinden çıkamıyor.
Belki de önemli olan Mihrap değil, onun gibi sessizce dünyayı düzeltmeye çalışan çocuklar.
Ve onların fark edilmeden geçen kırk günleri.
Kırk gün yetmez.
Bazen bir ömür sürer o yas.
Ama Mihrap’tan öğrendiğim bir şey varsa, o da şu;
Çocuklar, dünyanın yükünü taşır ama bir kere bırakırlarsa kimse tutamaz.