Ben annemin babasını, Hasan dedemi hiç tanımadım.

Ama bende hep aynı his var…

Sanki aynı masadaymışız da onun bir işi çıkmış, erken kalkmış. Sandalyesi hala sıcak, çayı yarım. Yokluğu yabancı değil, sadece eksik.

Bazı insanlar hayatınıza hiç girmeden yerleşir.

Dedem bende öyle bir tat bırakıyor.

Bazı insanları hiç görmezsiniz ama genetik olarak benzersiniz derler.

Bende bu benzerlik, yüz hatlarından çok başka bir yerden geliyor. Yazmak mesela. Hasan dedem de yazarmış. Günlük gibi değil hayata dair küçük notlar. Hava nasılmış, fındık kaç liraymış, çocuklar ne yapmış, bir yere gidildiyse ne yenilmiş. Büyük laflar yok, iç dökme yok. Sadece hayatın kendisi. Annem ve teyzem hala saklar o defterleri…

Bu yazma hali bana hep şunu düşündürüyor;

Bazı kuşaklar duygularını anlatmayı değil, hayatı kayıt altına almayı öğrenmiş.

Çünkü onların dünyasında duygular lüks, düzen ise zorunluluktu.

Dedem yazarken kendini anlatmamış hayatı not tutmaya çalışmış.

Elden kayıp gitmesin diye.

Hava durumunu yazmak, bugünden bakınca masum bir ayrıntı gibi duruyor. Ama o yıllarda hava, sohbet konusu değil, geçim meselesiymiş. Doğa romantik değil, belirleyiciymiş. Havanın not edilmesi, insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğünün kabulü gibi. Kontrol edemediğin şeyi yazarsın; hiç değilse tanık olursun.

Fındık fiyatını not düşmek de aynı yerden. Ekonomi dedikleri şey, dedem için grafiklerden ibaret değilmiş. O rakamlar çocukların ayakkabısı, mutfağın tenceresiymiş. Fiyat yazmak, belirsizlikle baş etmenin sessiz yoluydu belki. Bu, geleceği planlayabilen bir sınıfın rahatlığı değil, yarını hesaba katmak zorunda olanların refleksiydi sanırım.

Çocukların yaptığı şeyleri yazması beni en çok buradan yakalıyor. Bu, yüksek sesle sevilmeyen bir kuşağın sevme biçimi. “Bugün şunu yaptılar” demek, “Sizi görüyorum” demenin dolaylı hali. Erkekliğin suskun olduğu, babalığın görevle tanımlandığı bir dünyada, bu satırlar başlı başına bir bağdır.

Bir yere gidildiyse, ne yenildiğini yazmış. Çünkü dışarıda yemek yemek, o zamanlar için sıradan bir pratik değil, gündelik hayatın kısa süreli askıya alınmasıdır. O anlar özel olduğu için yazılmıştır. Hayat ağır olduğu için, hafif anlar kayda değerdir.

Bir de plaklar var. Dokuz çocukla hayata tutunmaya çalışan bir adamın, bütçesinden plaklara pay ayırması bu toplumda küçük ama güçlü bir itirazdır. Hayatın insana biçtiği “sadece çalış, sus” rolünü tam olarak kabul etmemektir. Müzik, dedem için kaçış değilmiş var olma biçimiymiş. Kültürle kurulan bu bağ, sınıfın çizdiği sınırı sessizce aşar.

Ben dedemi hiç tanımadım ama onun dünyasında büyüdüm. Çünkü bazı miraslar tapuyla değil, alışkanlıkla geçer. Küçük şeyleri yazmaya değer bulmak, hayatı küçümsememektir. Bugün benim ayrıntılara takılmam, “önemsiz” denileni ciddiye almam, oradan geliyor.

Dedem büyük bir hikaye anlatmamış. Ama hayatın kendisini belgeleyerek, bu memleketin görünmeyen çoğunluğuna ait bir sosyoloji bırakmış.

Belki de bu yüzden ben şimdi yazıyorum. Aynı masadayız hala. O erken kalktı, ben kaldım. Masada kalan defterleri karıştırıyor, başka kelimelerle aynı yerden devam ediyorum.